Kitap okumanın insana kattıkları üzerine
Yıllar geçmişti ve ben tam yirmi bir yaşına gelmiştim. O zamanlar aşk acısı çeken bir kendini bilmezdim. Ayakta kalabilmek adına memlekete annemin yanına kaçar, yolda gece boyu türkçe rap dinleyip, ruhuma lokal anestezi etkisi yapardım. Acı ağır gelmişti. Topal aksak giden gövdemi yerine oturtamıyor, zihnimin bulanıklığıyla kendime ve insanlara zarar verebilmekten korkuyordum.
Yoldan çıkmış bir müptezel gibiydim, hiçbir şeyden mutlu olamıyor, kavrayışımın ve hayattan beklentilerimin bu denli basit olmasına aldırmadan, kahrolası hırsımın etkisinde " ben bunları yaşayacak adam mıyım?" diyordum. Aslında tam da o adamdım.
Misyonumun kendini sevmek, vizyonumun vatana ve millete faydalı olmak olduğu o kahrolası günlerde, sınırlılığım yüzüme Osmanlı Tokadı etkisinde çarpıyordu. İnsanlar basitliğime acıyor, dostlarım sürekli derdimi dinlemekten perişan hale geliyordu.
Bütün bu hezeyanlara artık dur deme vakti gelip geçiyordu. Neydi eksiğim? Beni böylesine sınırlı kılan, en ufak acılarda dahi tarumar olmamı, romantizmin zirvesine göçebe çadırı kurup orada yaşamamı sağlayan neydi?
Matematikte daha ikinci sınıfa yeni geçmiş bir yeni yetme olarak bu soruya cevap verebilmem bir hayli zordu. Kendini dahi tanımayan biri için, duygularını anlamlandırmak, hayattan beklentilerini, insanı neyin mutlu edeceğini ortaya oymak, yukarı tükürsen bıyık, aşağı tükürsen sakal sendromuydu. Benlik duygusu denilen lanetin yeni yeni farkına varıyor, hayvani benlik ve süperegoyu sorsalar "onlar da ne ola ki" diyordum. Durum vahimdi ve benim tek yoldaşım doğuştan gelen azmimdi.
O günlerde yalnızlıktan, hayallerimde dokuz taş oynadığım zamanlarım oldu. Sakarlığım ele ayağa düşüyor, elimdeki topu bir türlü doğru noktaya nişanlayamıyordum. Tetik mekanizması, doğru hazırlanmamışsa, hedef her daim yanılgıydı, bunu yeni yeni anlıyordum.
Aklıma annem geliyor, hayatındaki tüm acılara kitaplarla meydan okuduğunu gözlemliyordum. Annemi o güne kadar nedense küçümsemiş, "benden iyi mi biliyor yani" demiştim. Benden iyi bildiği aşikardı fakat ben bunu dahi kabul edemeyecek kadar mesnetsiz bi kibir, aşırı bir densizlik, kendini bilmezlik haline sahiptim.
İronik olan şuydu ki, bu düşüncelerle elime aldığım ilk kitap Maxim Gorki'nin Ana'sıydı. Oldukça didaktik bir eserdi, belki de bazıları için sobada odundu. Sanılanın aksine bu kitapta sosyalizmi öğrenmemiş veya sempati duymamış, oradaki ananın fedakarlığını, mücadelesini kendi annemle özdeşleştirmiştim. İşte o andan itibaren annem gözümde yücelmiş ve karşılıksız bir dosta sahip olmaktan çok daha ötesinde bu kitap bendeki hayata dair farkındalık kıvılcımlarını tutuşturmuştu.
İkinci elime geçen kitap Sabahattin Ali'nin Kürk Mantolu Madonnası'ydı. Raif Bey'in ezikliklerinde kendimi buluyor, neden dış dünyaya uyum sağlayamadığını anlamlandırıyor, farklı olana sempati duymayı o gün kalıcı olarak öğreniyordum. Maria Puder gibi görünenin ötesine geçebilmeyi şiar ediniyor , her daim Raif Bey gibilerin kıymetini bileceğime kendi içimde söz veriyordum.
Ardından Stefen Zweig'in Satranç isimli kitabını elime alıyor, hayatın çok yönlülüğü ve güzelliği hakkında güzide bir ders çıkarıyordum. Dr. B. gibi sınırlanmayacak ve pes etmeyecektim. Adım ve anlamı her daim benimleydi. Satranca merakım ve tutkum bu kitap sayesinde yeşerdi. Bana da sadece bu tutku tohumlarını nemden uzak tutmamak kalmıştı ve gerekeni yapmıştım, artık becerebildiğim başarılı olabildiğim bir alan daha vardı.
Ve bir gece, alabildiğine gök gürlüyor, şimşekler elektriği kesilen evimin aydınlanması sağlıyordu. O gece hayatıma ulu bir ruh girdi. Yıllar sonra John Fante okuduğumda aynı şeyleri düşündüğümü fark ediyor, soluğum kesiliyor, Charles Bukowski, bi yazar duygularınızı sizin düşündüğüz gibi yazıyorsa bu müthiş bir şeydir sözünü yüksek sesle tekrarlıyordum ve sözü John Fante'ye bırakıyordum.
"Sonra gerçekleşti. Yağmurun eğik çatıyı dövdüğü bir gece yüce bir ruh girdi hayatıma sonsuza dek. O bana insandan ve dünyadan, sevgiden ve bilgelikten, acıdan ve suçtan söz ederken kitabını elimde tutup titredim. Asla eskisi gibi olmayacağını biliyordum. Fyodor Mikhailovich Dostoyevski'ydi adı. Babalar ve oğullar hakkında dünyaya gelmiş herkesten çok şey biliyordu; ve kardeşler hakkında, rahipler ve düzenbazlar hakkında, suç ve masumiyet hakkında. Dostoyevski değiştirdi beni. Budala , Ecinniler,Karamozov Kardeşler, Kumarbaz. Ters yüz etti beni. Soluk alabildiğimi görünmez ufukları görebildiğimi keşfettim."
Gerçekten her şey değişmişti ve ben o günden sonra allak bullak olmuştum. Etrafıma bakıp şaşırıyor, ben bu hayatı mı yaşıyorum diyordum. Eksenim kaymıştı. Boşa geçirdiğim yıllara ağız dolusu küfürler ediyor, Tyler Durden gibi dövüşmek istiyordum. Yine de, Yüzyıllık Yalnızlık'taki Albay Aureliano Buendia gibi bazı şeylerin kıymetini anlayabilmek adına koca bir kırk yılı heba etmek zorunda kalmadığım için kendimi şanslı addediyor, Micheal Ende'nin Momo'sundaki kız çocuğunun cüretkatlarlığına ve samimiyetine sahip oluyordum.
Yeri geldiğinde Henry Chinaski umursamazlığını benimsiyor, Arturo Bandini gibi "ezik olmak da güzeldir" düsturunu kabul ediyordum. Hayvan Çiftliği'ndeki Napolyon'a kızıyor, Snowball'a içten içe bir hayranlık besliyordum. Alamut'u savunan Hassan Sabbah kadar kararlı oluyor, Uçurtma Avcısı'ndaki Emir kadar yanlışlarımdan ders çıkarabiliyordum.
Genç Werther'in Acıları'nda gerçek aşka kıymet vermeyi benimsemiş, sevginin değerini Ezilenler'deki Vanya'dan öğrenmiştim. Goriot Baba'da, baba olmanın sorumluluğunu anlayabilmiş, Jack London'ın Doğu Yakası'nda insanların sefaleti karşısında dehşete düşüp, kendi dertlerimin manasızlığını kavrayabilmiştim.
Yedi sene içinde süregelen bu sert değişimler, beni oldukça farklılaştırmış, düşünce dünyamı alabildiğine ters yüz etmişti. Aristoteles okuduğumda çok yönlülüğün ve dolayısıyla çok kültürlülüğün ne kadar değerli bir ideal olduğunu kabul etmiş, Spinoza'yla idealizmin insanlara kattığı büyük değerleri gözlemlemiştim.
Rüzgarın tersine giden uçurtmalar yükselirdi ve ben o rüzgarda oradan oraya savrulmadığım, bi dayanak noktası bulabildiğim için kendimi müstesna hissediyordum. İçimde kopan fırtınaları kitaplarla dinginleştiriyor, yeni yeni edindiğim yazma yeteneğiyle kendimi ehlileştiriyordum. Hayatı sevebilmem ve kendimi tanıyabilmem neredeyse yirmi sekiz yılımı almıştı ve ben artık yaşadığım her şeyin bi manası olduğunu bilen pozitif bir insan haline gelmiştim. Çevremdeki herkesi bu olumluluğa davet ediyor, icabet etmeleri için de elimden geleni ardıma koymuyordum. Sevmek, her gün biraz daha sevebilmek ve bu mutsuzluk deryasını keşfedip, mutlu olduğumuz anları çoğaltabilmek için...
Yoldan çıkmış bir müptezel gibiydim, hiçbir şeyden mutlu olamıyor, kavrayışımın ve hayattan beklentilerimin bu denli basit olmasına aldırmadan, kahrolası hırsımın etkisinde " ben bunları yaşayacak adam mıyım?" diyordum. Aslında tam da o adamdım.
Misyonumun kendini sevmek, vizyonumun vatana ve millete faydalı olmak olduğu o kahrolası günlerde, sınırlılığım yüzüme Osmanlı Tokadı etkisinde çarpıyordu. İnsanlar basitliğime acıyor, dostlarım sürekli derdimi dinlemekten perişan hale geliyordu.
Bütün bu hezeyanlara artık dur deme vakti gelip geçiyordu. Neydi eksiğim? Beni böylesine sınırlı kılan, en ufak acılarda dahi tarumar olmamı, romantizmin zirvesine göçebe çadırı kurup orada yaşamamı sağlayan neydi?
Matematikte daha ikinci sınıfa yeni geçmiş bir yeni yetme olarak bu soruya cevap verebilmem bir hayli zordu. Kendini dahi tanımayan biri için, duygularını anlamlandırmak, hayattan beklentilerini, insanı neyin mutlu edeceğini ortaya oymak, yukarı tükürsen bıyık, aşağı tükürsen sakal sendromuydu. Benlik duygusu denilen lanetin yeni yeni farkına varıyor, hayvani benlik ve süperegoyu sorsalar "onlar da ne ola ki" diyordum. Durum vahimdi ve benim tek yoldaşım doğuştan gelen azmimdi.
O günlerde yalnızlıktan, hayallerimde dokuz taş oynadığım zamanlarım oldu. Sakarlığım ele ayağa düşüyor, elimdeki topu bir türlü doğru noktaya nişanlayamıyordum. Tetik mekanizması, doğru hazırlanmamışsa, hedef her daim yanılgıydı, bunu yeni yeni anlıyordum.
Aklıma annem geliyor, hayatındaki tüm acılara kitaplarla meydan okuduğunu gözlemliyordum. Annemi o güne kadar nedense küçümsemiş, "benden iyi mi biliyor yani" demiştim. Benden iyi bildiği aşikardı fakat ben bunu dahi kabul edemeyecek kadar mesnetsiz bi kibir, aşırı bir densizlik, kendini bilmezlik haline sahiptim.
İronik olan şuydu ki, bu düşüncelerle elime aldığım ilk kitap Maxim Gorki'nin Ana'sıydı. Oldukça didaktik bir eserdi, belki de bazıları için sobada odundu. Sanılanın aksine bu kitapta sosyalizmi öğrenmemiş veya sempati duymamış, oradaki ananın fedakarlığını, mücadelesini kendi annemle özdeşleştirmiştim. İşte o andan itibaren annem gözümde yücelmiş ve karşılıksız bir dosta sahip olmaktan çok daha ötesinde bu kitap bendeki hayata dair farkındalık kıvılcımlarını tutuşturmuştu.
İkinci elime geçen kitap Sabahattin Ali'nin Kürk Mantolu Madonnası'ydı. Raif Bey'in ezikliklerinde kendimi buluyor, neden dış dünyaya uyum sağlayamadığını anlamlandırıyor, farklı olana sempati duymayı o gün kalıcı olarak öğreniyordum. Maria Puder gibi görünenin ötesine geçebilmeyi şiar ediniyor , her daim Raif Bey gibilerin kıymetini bileceğime kendi içimde söz veriyordum.
Ardından Stefen Zweig'in Satranç isimli kitabını elime alıyor, hayatın çok yönlülüğü ve güzelliği hakkında güzide bir ders çıkarıyordum. Dr. B. gibi sınırlanmayacak ve pes etmeyecektim. Adım ve anlamı her daim benimleydi. Satranca merakım ve tutkum bu kitap sayesinde yeşerdi. Bana da sadece bu tutku tohumlarını nemden uzak tutmamak kalmıştı ve gerekeni yapmıştım, artık becerebildiğim başarılı olabildiğim bir alan daha vardı.
Ve bir gece, alabildiğine gök gürlüyor, şimşekler elektriği kesilen evimin aydınlanması sağlıyordu. O gece hayatıma ulu bir ruh girdi. Yıllar sonra John Fante okuduğumda aynı şeyleri düşündüğümü fark ediyor, soluğum kesiliyor, Charles Bukowski, bi yazar duygularınızı sizin düşündüğüz gibi yazıyorsa bu müthiş bir şeydir sözünü yüksek sesle tekrarlıyordum ve sözü John Fante'ye bırakıyordum.
"Sonra gerçekleşti. Yağmurun eğik çatıyı dövdüğü bir gece yüce bir ruh girdi hayatıma sonsuza dek. O bana insandan ve dünyadan, sevgiden ve bilgelikten, acıdan ve suçtan söz ederken kitabını elimde tutup titredim. Asla eskisi gibi olmayacağını biliyordum. Fyodor Mikhailovich Dostoyevski'ydi adı. Babalar ve oğullar hakkında dünyaya gelmiş herkesten çok şey biliyordu; ve kardeşler hakkında, rahipler ve düzenbazlar hakkında, suç ve masumiyet hakkında. Dostoyevski değiştirdi beni. Budala , Ecinniler,Karamozov Kardeşler, Kumarbaz. Ters yüz etti beni. Soluk alabildiğimi görünmez ufukları görebildiğimi keşfettim."
Gerçekten her şey değişmişti ve ben o günden sonra allak bullak olmuştum. Etrafıma bakıp şaşırıyor, ben bu hayatı mı yaşıyorum diyordum. Eksenim kaymıştı. Boşa geçirdiğim yıllara ağız dolusu küfürler ediyor, Tyler Durden gibi dövüşmek istiyordum. Yine de, Yüzyıllık Yalnızlık'taki Albay Aureliano Buendia gibi bazı şeylerin kıymetini anlayabilmek adına koca bir kırk yılı heba etmek zorunda kalmadığım için kendimi şanslı addediyor, Micheal Ende'nin Momo'sundaki kız çocuğunun cüretkatlarlığına ve samimiyetine sahip oluyordum.
Yeri geldiğinde Henry Chinaski umursamazlığını benimsiyor, Arturo Bandini gibi "ezik olmak da güzeldir" düsturunu kabul ediyordum. Hayvan Çiftliği'ndeki Napolyon'a kızıyor, Snowball'a içten içe bir hayranlık besliyordum. Alamut'u savunan Hassan Sabbah kadar kararlı oluyor, Uçurtma Avcısı'ndaki Emir kadar yanlışlarımdan ders çıkarabiliyordum.
Genç Werther'in Acıları'nda gerçek aşka kıymet vermeyi benimsemiş, sevginin değerini Ezilenler'deki Vanya'dan öğrenmiştim. Goriot Baba'da, baba olmanın sorumluluğunu anlayabilmiş, Jack London'ın Doğu Yakası'nda insanların sefaleti karşısında dehşete düşüp, kendi dertlerimin manasızlığını kavrayabilmiştim.
Yedi sene içinde süregelen bu sert değişimler, beni oldukça farklılaştırmış, düşünce dünyamı alabildiğine ters yüz etmişti. Aristoteles okuduğumda çok yönlülüğün ve dolayısıyla çok kültürlülüğün ne kadar değerli bir ideal olduğunu kabul etmiş, Spinoza'yla idealizmin insanlara kattığı büyük değerleri gözlemlemiştim.
Rüzgarın tersine giden uçurtmalar yükselirdi ve ben o rüzgarda oradan oraya savrulmadığım, bi dayanak noktası bulabildiğim için kendimi müstesna hissediyordum. İçimde kopan fırtınaları kitaplarla dinginleştiriyor, yeni yeni edindiğim yazma yeteneğiyle kendimi ehlileştiriyordum. Hayatı sevebilmem ve kendimi tanıyabilmem neredeyse yirmi sekiz yılımı almıştı ve ben artık yaşadığım her şeyin bi manası olduğunu bilen pozitif bir insan haline gelmiştim. Çevremdeki herkesi bu olumluluğa davet ediyor, icabet etmeleri için de elimden geleni ardıma koymuyordum. Sevmek, her gün biraz daha sevebilmek ve bu mutsuzluk deryasını keşfedip, mutlu olduğumuz anları çoğaltabilmek için...
Yorumlar
Yorum Gönder