Kayıtlar

Mayıs, 2020 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Kitap okumanın insana kattıkları üzerine

Yıllar geçmişti ve ben tam yirmi bir yaşına gelmiştim. O zamanlar aşk acısı çeken bir kendini bilmezdim. Ayakta kalabilmek adına memlekete annemin yanına kaçar, yolda gece boyu türkçe rap dinleyip, ruhuma lokal anestezi etkisi yapardım. Acı ağır gelmişti. Topal aksak giden gövdemi yerine oturtamıyor, zihnimin bulanıklığıyla kendime ve insanlara zarar verebilmekten korkuyordum. Yoldan çıkmış bir müptezel gibiydim, hiçbir şeyden mutlu olamıyor, kavrayışımın ve hayattan beklentilerimin bu denli basit olmasına aldırmadan, kahrolası hırsımın etkisinde " ben bunları yaşayacak adam mıyım?" diyordum. Aslında tam da o adamdım. Misyonumun kendini sevmek, vizyonumun vatana ve millete faydalı olmak olduğu o kahrolası günlerde, sınırlılığım yüzüme Osmanlı Tokadı etkisinde çarpıyordu. İnsanlar basitliğime acıyor, dostlarım sürekli derdimi dinlemekten perişan hale geliyordu. Bütün bu hezeyanlara artık dur deme vakti gelip geçiyordu. Neydi eksiğim? Beni böylesine sınırlı kılan, en ufak acıla

Dostlukların bitmesi üzerine

Uzunca zamandır dostluk mefhumu üzerine düşünüyorum. Çaresizliğimizin arşa vardığı o hazin gecelerin birindeyim aslında. Sevginin veresiye bile verilemediğini, insanların kalplerinin mühürlendiğini fark ediyorum. Kimsenin kimseye güvenmediği, kimsenin karşılık beklemeden iyilik etmediği, iyilik edenin de enayi yerine konduğu, sonrasında bunun bir görevmiş gibi addedildiği, insanların samimiyeti, malı gibi sakındığı zamanlar bunlar. Kendimden yola çıkıyorum. Lise çağlarımdan beri, beni anlamasını ümit ettiğim insanların, türü bitme tehlikesi altındaki yaban hayvanlarının nüfusundan dahi az olması canımı yakıyor yakmasına fakat asıl tehlikeyi, zor bulunan dostlukları için mücadele etmekten sakınan insanlarda görüyorum. Maddi değerlerini, manevi unsurlardan üstün gören bir garip aciz topluluk, farkında olamadan materyalistleşiyor, basit hesaplarla dostluklarının içine ediyordu. Karmaşık dürtülerinin etkisinde ona neyin iyi geleceğini belirleyemeyen yığınlar, mutluluğu ne yazık ki

Çocukluğumuz üzerine

Biz çocukken erik ağaçlarına dalardık. Olmamış erikleri midemiz ağrıyana kadar yerdik. Ağacın sahibi bize kovana dek doymaz, inmeyi enayilik sayardık. Biz çamurlu yollarda top koşturarak büyüdük. Koştururken ayaklarımız kıçımıza değerdi. Pantolonlarımızın çamurlarını temizlemekle geçerdi saatlerimiz. Başka pantolonumuz da yoktu zira. Biz topumuz olmadığı için taşı top yapan son çocuklardık. Ayakkabımızdaki deliği saklamaya dahi çalışmazdık. Olduğu gibi görünmeyi şiar etmez bunu bir görevmiş gibi uygulardık. Dama taşlarımız kırık kiremitlerdi bizim. Çizebildiğimiz kadar oynardık. Yaratıcıydık. Borunun içine ince külahlar yerleştirir, birbirimizi vurabildiğimiz ölçüde başardığımızı hissederdik. Düştüğümüzde hiçbir şey olmamış gibi kalkmak marifetti bizim için. Kimseden yardım beklemez, hatalarımızın sorumluluğunu üstümüze alırdık. Yaralarımızın kabuklarını soyarak büyüdüğümüz o eski sokaklarda yokuş aşağı bisiklet sürerken, ön kaldırarak atabildiğimiz pedal sayısıyla kıymetlenirdi

Geçmişin izinde

Eskilerden korkar insan. Bazen ona bakıp hüzünlenir. Ne çok şey yaşamıştır geçmişinin izinde. Bir hikaye hiç bitmeyecekmiş gibi akar durur zihninde. Geçmiş bulanıktır kirli bir su gibi. Geçmiş hafızalardadır    başı sonu belli olmayan bir masal gibi. Bastırıp unutamadıkların, isteyip ulaşamadıkların, arayıp bulamadıkların, mazide kalan her ne haltsa, gözünün ucundadır ne de olsa. Kurtulmak istesen de paçandan kıskıvrak yakalar, soğuk elleri boğazında, nefesin olur yakar seni. Boğazında düğümlenenler, yaşadıklarının etkisidir ne de olsa. İnsan ne yaşarsa o olur bu sebeple. Zamanında gururu kırılmış biri, gururunu kıranlar konusunda müteessir, acı çekmiş biri, acısının gölgesinde aciz, hak yemiş biri, haksızlığın hicap duyan deryasında ürkek ve saldırgandır. Olayları değerlendiriş biçimimiz öznel olsa da merhametimiz ve hakikatler bir tokat gibi vurur insanın yüzüne. Yüzleşebilecek cesaretin olduğunda aynadır yaşadıkların. Hiç kabullenmesen bile ezikliğini yüreğinde taşırsın y

Hakikatin seyahatnamesi

Sonu “yordum” ile biten cümleler kurmak istediğim manasız gecelerimden birindeydim. Klasik müziğin köpürttüğü ruh vaziyetimin engin deryasında kulaç atarken eski günlerimizi düşünüp hüzünleniyordum. Eskiden diyordum, eskilerdeki mutsuzluklarımı gölgeliyordum. Gölgeler insanlara huzur veriyordu fakat ben gerçekleri arayıp, yalanlara sığınarak huzur bulduğunu zanneden güruhtan olamıyordum. Benim ilacım hakikatteydi. Onun peşindeyken mutluydum. Ondan ayrıldığımda yolunu şaşırmış bir gezgin, biçare gönüllerde bir saplantı gibiydim. Kalbime saplanan okun vereceği acıyı, riyakarların ve kendini bilmezlerin dünyasındayken ziyadesiyle yaşıyordum. İronik olan ise bu dünya onlar gibilere aitti. Küçükken aidiyet mefhumunun bu denli önemli bir şey olduğunu bilemezdim. O çağlarda çölde kimsesiz bir bedevi gibi yaşanabileceğine inanıyordum. İnançlarım beni aydınlığa çıkarır zannediyordum. Yanılmıştım. İnsanın yanılgılarını kabullenmesi ne denli zormuş, bunu yıllar yılı acı çekerek anlamıştım. Acı

Öğretmenlik üzerine

Bugün öğretmenler günü. İyi ki öğretmen olmuşum dediğim sıradan bir gün aslında. Söze nereden başlasam, içimdekileri nasıl aktarsam bilemiyorum. Kelimeler boğazıma düğümlenirken, yaşadığım heyecanı tasavvur edemiyorum. Hayallerim, dirayetimle çatışırken, gözü karalığımın beni getirdiği bu noktaya bakıp gülümsüyorum. Eğitime verilen değerin cebimizdeki parayla eşdeğer tutulduğu bu ülkede, işini severek yapmanın, öğretmenliğin hakkını verebilmenin zorluklarını çok iyi biliyorum. Her gün bununla savaşıyorum. Öğretmenliğin kutsiyetini koruyabilmek, öğretmenlerin neden çok değerli olduğuna örnek teşkil edebilmek için, fedakarlığın sınırlarını zorluyorum. Gecemi gündüzüme katıyorum. Bu mesleğin ayaklar altına alınan onurunu göklere çıkarmayı bir şeref meselesi olarak kendime en hakiki misyon ediniyorum. Durmuyorum. Yorulmuyorum. Savaşlarımızın, bizi birbirimize düşman eden her türlü şerrin, cehaletten kaynaklandığını, bilgiyi içselleştiremeyen toplumların, hoşgörüsüzlük deryasında

Öğretmenler günü

Bir öğretmenler günü daha geldi çattı. Meslekteki üçüncü yılım. Lisedeki ders anlatışlarım geliyor aklıma. Öğretebildiğim zamanki küçük mutluluklarım. Değişen sadece zamandı. Yıllar geçtikçe hissiyatımın derinliği, ülkümün yüceliği azalacağına bilfiil arttı. Gençlik hezeyanlarım yerini öğrencilerimin gözlerindeki parıltıya bıraktı. Onlarla büyüdüm. Sabretmeyi, sevmeyi, paylaşabilmeyi onlarla öğrendim. Yağmur yağarken nöbet tutmanın, tenefüslerde çay içip sohbet etmenin bir  mutluluk sebebi olduğunu bilmezdim. Verdiğim bir kitabın o öğrencinin hayatını değiştirebileceğini ön göremezdim.İsmimin anlamının en ihtiyaçları olan duygu olduğunu tahmin edemezdim. Anneannemi izlerdim küçükken. Çiçeklerine çocukları gibi bakar, onlar büyüyüp serpildiğinde gözlerinin içiyle gülerdi. Her türlü musibete karşı onlara bir kalkan olurdu ve bahar geldiğinde bahçesinin güzelliğine gururla bakardı. Ben bu bakışı o zamanlar hiç anlayamazdım. Ama şimdi anlamakla kalmıyor adeta yaşıyorum. Verdiğim em

İnsanların hayatı birbirlerine zorlaştırması üzerine

Liseye geçmiştim. Yaşadığımı yeni yeni fark ediyor, insanları ve çevremi derin bir gözleme tabi tutuyordum. Hayatımda değişen en temel iki şey, duygularımı çok daha derin yaşamam ve insanlar konusunda takıntılı olmamdı. O güne kadar çok mutlu bir çocukluk çağı geçirmemiştim belki ama artık insanlar büyüyorlar ve büyüdükçe samimiyetlerini kaybediyorlardı. "Hayatı zorlaştırmak" söz öbeğinin ne anlama geldiğini öğrenmem uzun sürmedi. Daha ilk günlerimde bir sıra kavgasına tutuşmuş beni yerimden etmek isteyen bir kendini bilmeze yumruk atmak zorunda kalmıştım. Övünülecek bir şey değildi elbette. Beraber oturmamamız için bir sebep yoktu fakat sataşmak bazı insanlara daha keyifli geliyor olmalıydı. Haddini bildirmem elbette ki sorunları çözmedi çünkü sorunlar ve sorunları çözme yöntemleri başka problemleri beraberinde getiriyordu. Ve o zamanlar öğrenmiştim ki "insanlar yalanları seviyordu." Bu lafı Bukowski'den okumadan en az sekiz sene önceydi. Ben ve samimiy

Kadınlar üzerine

Ortaokulda ergenliğe de henüz girmemiş olmamdan mütevellit kızlar benim için sadece kavga edilecek birer arkadaştılar. Üstlerinde bilumum dövüş sporları uygular, ayaklarını yerden kesmekten haz duyardım. Düşmanlık beslediğim o hezeyan dolu günler lisedeyse yerini melankolik bir ruh haline bırakmıştı. Saçlarımı jölelemeden dışarı çıkmayı karşı cinse bir hakaret addediyor, her gün ulusa sesleniş konuşması yapacakmış gibi kravatımdaki yamukluğu gidermek için kılı kırk yarıyordum. Okulun beton zemininde yaptığım hattricikler kifayetsiz kalıyor, tribünlere oynayabildiğim zamanlar, en iyi oyunumu çıkarmayı vatana millete bir borç sanıyordum. Bolca kadınları gözlemliyordum ama bir türlü içlerine girmeyi, kalplerine inmeyi başaramamış, onların gözünde bir saygınlık elde edememiştim. Ön yargılara karşı durmayı becerememiş, zihnimin kadın tarafının bakir; ellerimin, kadın elinin yumuşaklığından mahrum kalmasına engel olamamıştım. Manasız düşmanlığıma içerliyor, beyhude geçen yıllarıma bi

Farklılaşmanın manifestosu

Sıradanlıktan haz etmediğimi küçükken elime kına yakmaya çalıştıklarında kavramıştım. O zamanlar daha 3,5 yaşındaydım. 3,5 yaşında erkekliğe adım atmanın iddiasından çok, elimdeki kına canımı yakmıştı. Rengini sevememiştim bir türlü. Sırf adet diye olmadık bir şeyin ele sürülmesinin büyükler tarafından haklı sebepleri vardı elbette ama ben o an için, o haklı sebeplerin hiçbirine itibar edemediğimden, yapılanı saçma bulmuş ve avazım çıktığı kadar ağlamıştım. Neyse ki bu travmayı çabuk atlattım. 6 yaşına geldiğimde en yakın arkadaşım dedem olmuştu. O bana savaşları anlattığında atlının üzerindeki süvari oluyor, Turan taktiğini beynimde resmediyordum. O zamanlar en sevdiğimiz oyun haritadaki ilçenin hangi ile ait olduğuydu. Körebe, saklambaç gibi oyunlar oynamadığımı iddia etmiyorum elbette ama beni pek sarmıyordu çünkü ben büyüklüğe özeniyordum. 10 yaşında ele avuca sığmaz bir Atatürkçüydüm. Milli görüşçü amcama, Sosyal Bilgiler dersinde ne öğrendiysem hepsini tek tek sıralar, Atatürk

Mantığın çöküşü

Küçüklükten beri mantıklı olmayı şiar edinen bir insandım. Bilirdim ki mantık bana hep doğru yolu gösterecekti, diğerlerinden farklı ve müstesna olmamı sağlayacaktı. Buna yürekten inanmıştım. Matematik derslerini en önde dinliyor, felsefede dersi kaynatmaya çalışanlara öfke kusuyordum. Lanet insanlardı diğerleri, hayvansı pisliklerdi. Düşünmekle alakaları dahi olmaz, hayatı yemek, içmek ve eğlenmek olarak görürlerdi. Ben ise düşünmeyi seviyordum. Analizlerimi dinleyen ve ben i ciddiye alan insanları göklere çıkarıyor, mütemadiyense beni iplemeyenlere rast geliyordum. Hırçın bir genç olup çıkmıştım. Sanki bu dünyada yerim yoktu. Konuşacak, beni anlayan birilerini arardım fakat çevremde bulamazdım. Ve bir gün bi kadın tanıdım, beklentilerin aksine güzel değildi. Çirkin de diyemem fakat dış görüntü olarak bende bi heyecan uyandırmıyordu. Ama beni o kadına çeken bir şeyler vardı. Diğerlerinden farklıydı. İnsanların saçma bulduğu analizlerimi can kulağıyla dinler, feveranlar

Kendini anlamlandırmak üzerine

Balkonundaki saksıları sulayan kocakarının bile kendini müstesna hissettiği bu şehirde, "doğru ve mantıklı" olabilmenin imkansızlığını görebilen her insan gibi içime kapandığım olur. Kendi kendime beni değerli kılacak şeylerin ne olduğunu sorar, mütemadiyen belli belirsiz muğlak cevaplar alırım. Bazen sadece şefkatli bir kadının gölgesinde uyumak istediğimi, bazen saatlerce ağlayıp duvarları yumruklayarak hayata ve insanlara olan hıncımı ifade etmeye arzuladığımı, bazen de hiçbir şeyi takmamacasına hedonist bir biçimde rakı-balık sofralarında entelektüel gevezeliklerle günümü gün etmeyi amaçladığımı hissederim.     Yaşamın anlamını ve anlamsızlığını sorguladığımda ise beni hayata bağlayan şeyin acılardan ve anlamsızlıklardan bir gün kurtulacağıma, güzel ve mesut günler göreceğime dair olan bitmek tükenmek bilmeyen yoğun bir inanç olduğuna kani olurum. Bunun için tüm sıkıntılara göğüs gerer, her pozitif insan gibi yarın bugünden daha iyi olacak mottosuna sığınarak

Çok sevilene geç kalmış bir ağıt

Neredeyse beş yıl olmuş. Zaman ne çabuk geçiyor. Daha dün bana yaptırdığın tahta arabaya binip, bahçende bir oraya bir buraya koşturuyordum. Tavukların benden ne çok çekti bilemezsin. Onları yakalamaya çalışmak çocukken senin köy evinde sıkıntılı saatlerimin tek tesellisiydi belki de. Yakaladıklarımı damdan atardım, acaba uçacaklar mı diye. Çocukluk hali işte. belki yükseklerde olmaya özenirdim ama kahrolası yerçekimine karşı çıkabilmek kimin haddineydi ki. Bunu o yaşlarda öğrendim. Kırdığım kiremitler için bana ne çok kızardın. O sert yüzünü, geri adım atmaz otoriter bakışlarını hiç unutamadım. Sen benim çocukluğumun tek gerçek arkadaşıydın. Hiç göremediğim, dokunamadığım babamdın belki de. Senin kucağında şımarıklık yapmama hiç izin vermezdin ama. Hemen o kaşlarını çatar, bana "biraz ağır ol" der gibi bakardın. Yanında uyumama izin verir ama çok kıpraştığımda da "in aşağı" diye azarlardın beni. Kızardım sana çocukluk halimle. "Arkadaş, arkadaşa bunu yapar mı?

Bir Ankara tasviri

Eskişehir'den sonra ormanın bittiği yersin.Uçsuz bucaksız ovaların, kabak dağlarınla merhaba diyensin. Başkent olmanın ağırlığını sonuna kadar hissedensin. Değişik bir şehirsin sen Ankara. Zıtlıkları içinde doyasıya barındıran. Diyalektiğin vücut bulmuş şeklisin. Cenneti yaşattığın sokaklarında hiç acımadan cehennemi gösterirsin. Güneşi gösterir gibi yapar, kuru ayazını iliklerimize kadar hissettirirsin. Nemsiz havanla, lanet olsun dedirtir; yağmurlu günlerinde bir oh çektirirsin. Sen Ankara, sen! Gençliğimin, en güzel zamanlarımın simgesisin. Aynı zamanda hayal kırıklıklarımın başkenti.  Mest oluşlarımın şehrisin. Mest oldukça kayboluşlarımın; kayboldukça, varoluşlarımın. Beni ben yapansın. Sokaklarında yürüdüğümde kendimi bulduğum, tipilerine meydan okuduğum, kafelerinde neşe dolduğum, bazen kavga ettiğim, bazen güldüğüm, kâh eğlenip, kâh doyasıya ağladığım, ağladıkça olgunlaştığım, olgunlaştıkça uzaklaştığım karmaşık bir şehirsin. Çok düşündüğümde en güzel anlarımı rezil edensin

Ayrılıklar üzerine

Ayrılık öncesi, uzun bir ilişkide belki de en sancılı dönemdir. Kişilerin, birbirine sevgi dolu bakışları, yerini nefret dolu iç çekişmelere bırakır. Hoşgörünün yerini  tahammülsüzlük, fedakarlığın yerini alabildiğince egoizm alır. Yani en azından ilişkide bir kişi için rota değişmeye başlamış, eksen kaymıştır. Mutluluk dolu günler, geceler; tartışma, hüzün dolu zamanlara kendini bırakmıştır. İlişki köklerinden sarsılır. Geçmiş sonuna kadar aralanır. Hep, biri için, yaptıklarından veya yapamadıklarından yargılanırsın. Eskiden lafı edilmeyen şeyler, gün yüzüne çıkmaya başlar.  "Ben ne kötü bir insanmışım" dersin. Olayların hep iyi taraflarını görmeye çalışanlar ; artık güzel görmeyi bırakıp, "neresinde bir kusur var acaba" diye sorgulamaya başlarlar. Dünyanın en güzeli gibi görünenler, dünyanın en çirkiniymiş gibi muamele görmeye alışırlar. Adapte olması oldukça zordur. İnsan en başta kabullenmek istemez. Kolay değildir, sevdiğinin, yıllardır beraber olduğun