İnsanların hayatı birbirlerine zorlaştırması üzerine

Liseye geçmiştim. Yaşadığımı yeni yeni fark ediyor, insanları ve çevremi derin bir gözleme tabi tutuyordum. Hayatımda değişen en temel iki şey, duygularımı çok daha derin yaşamam ve insanlar konusunda takıntılı olmamdı. O güne kadar çok mutlu bir çocukluk çağı geçirmemiştim belki ama artık insanlar büyüyorlar ve büyüdükçe samimiyetlerini kaybediyorlardı.



"Hayatı zorlaştırmak" söz öbeğinin ne anlama geldiğini öğrenmem uzun sürmedi. Daha ilk günlerimde bir sıra kavgasına tutuşmuş beni yerimden etmek isteyen bir kendini bilmeze yumruk atmak zorunda kalmıştım. Övünülecek bir şey değildi elbette. Beraber oturmamamız için bir sebep yoktu fakat sataşmak bazı insanlara daha keyifli geliyor olmalıydı. Haddini bildirmem elbette ki sorunları çözmedi çünkü sorunlar ve sorunları çözme yöntemleri başka problemleri beraberinde getiriyordu.



Ve o zamanlar öğrenmiştim ki "insanlar yalanları seviyordu." Bu lafı Bukowski'den okumadan en az sekiz sene önceydi. Ben ve samimiyetim çevremdeki insanların hoşuna giden bir şey değildi. Ne düşündüğümü açık yüreklilikle söylemem muhtemelen herkes için bir tehdit unsuruydu ve insanlar hayatında fazla aykırı ses istemiyorlardı çünkü var ettikleri gücün ve felsefenin yıkılmasına tahammülleri yoktu. Bu güce kastedecek herkes düşman hükmündeydi.



O günlerde güç denilen mefhumun, güzel veya yakışıklı olmak, cesareti satın alıp cesur olabilecek kadar zengin olmak, niteliksiz çoğunluğun diktatörü olabilecek düzeyde konuşmak ve kendine olan güvenini insanların iliklerine kadar hissettirebilmek olduğunu idrak edememek aptallık olurdu. Fakat bu yüzeysellik bana göre değildi. Ve böylece lise çağım insanların bana ithaf ettiği huysuzluk, agresiflik, yabanilik ve ukalalık kavramlarının gölgesinde üşüyerek geçti.



Üniversiteyi bir kurtuluş umudu olarak görüyordum. İnsanlık denilen kavrama hak ettiğinden fazla bir değer verdiğim ortadaydı. Her şeyin daha iyi olacağına ve benim mutlu bir birey olarak sokaklarda kollarımı sallayarak neşe içinde dolaşacağıma, yeni tanıdığım her insana içten bir gülümseme sunacağıma olan yoğun inancım, şüphesiz ki hayal kırıklıklarını beraberinde getirecekti.



Nitekim öyle olacağını bildiren delaletler gecikmedi. Taşradan gelmiştim, daha kendimi bilmediğim gibi yolları da tam olarak bilmiyordum ama okula gitmem gerekiyordu. Otobüs beklemekse bir zulümdü çünkü Ankara'da otobüsler geç geliyordu. Orada boş bulduğum bir taksiye atladım fakat bu taksinin bir dolmuş taksi olduğunu bilmiyordum. Taksi şoförü ördek avına çıkmıştı ve benden âlâsını bulamazdı. Ketenpereye getirmenin haklı sevinciyle benim gibi bir yeni yetme daha bulup bavullarımızı kaptığı gibi bagaja tıkıştırdı. Taksimetre açmamasından bir hinlik kestirdiği açıktı. Yolun sonu geldiğinde iki kişiden ayrı ayrı 15 lira talep etti. Düşünün ki o zamanlar AŞTİ-ODTÜ arası mesafe yalnızca 13 lira tutuyordu. Taksi şoförünün neden bu kadar sevinçli olduğu şimdi daha bi aşikardı. Bense yol yorgunuydum ve tartışacak yüreğe de sahip değildim çünkü ne insanlar ne şehir hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Bilgisizlik acizlikti, bunu o gün öğreniyordum.



Elli lira uzattım şoföre. Önce aldı, ardından sahte olan elli lirayla değiştirip( tabii ben o an onu anlayamamıştım.) "bozuk yok mu" diye sert bir bakış atarak ve kendi sahte elli lirasını bana vererek bendeki on lirayla yetinmişti. Taksicinin bu işten sadece benden olan net kârı diğer çocuktan yol parasını çıkarttığını hesap edersek altmış liraydı. O gün altmış liramı,mutluluğumu ve insanlara olan iyi niyetimi elimden alan şoför aslında bana hayat hakkında çok şey öğretmişti. İnsanlar hakkında her öğrendiğim ise, beni daha fazla katılaştırıyor, yüzümü asıyorken, safiliğimi ve temizliğimi de günden güne yok ediyordu.



Artık büyükşehirdeydim. Kafama göre arkadaşlarım da oldu. Güzel vakitler geçiriyor, anlamlı şeyler paylaşıyorduk. Kendimizi yetişkin addediyor fakat duygusal manada hâlâ çocuk olduğumuzu fark edemiyorduk. Klişe olarak yaptığım en can alıcı hata, herkesi kendim gibi zannetmekti. Halbuki benim yapmayacağım bir kötülüğü başka bir insan bana pekala yapabilirdi ya da benim anlayışla karşılayıp empati kurabileceğim bir durum başkası için bir dalga konusu olabilirdi. Bunların farkına da elbette tecrübe ederek varmıştım. Her tecrübem bana bir şeyler katıyordu fakat kattığı kadar benden aldıklarını da yok görmek ahmaklık olurdu.



Otobüslerde yaşlı insanlara yer verdiğimde bir teşekkürü borç bilip, sadece somurtan insanları gördüğümde şaşırıyor, ayaktayken otobüs frene basar da ben birine çarparım diye ölesiye korkuyordum. Çünkü insanların birbirlerine zerre tahammülü ve hoşgörüsü yoktu. Trafikte araba kullanan her iki kişiden birinin sudan sebeplerle birbirlerinin ümüğünü sıkmaması düşük ihtimal haline gelmişti. Tinerci çocukların önümü kesmemesi için yoğun uğraş veriyor, zorla gül satan insanlardan fellik fellik kaçıyordum. Halka açık yerlerde huzur içinde oturmayı bile zorlaştıran insanlar görüyor, sorunun ne olduğu hakkında derin düşüncelere dalıyordum.



Aslında dışarıdaki zorluklara aldırmak manasızdı. Genel olarak golleri en yakınınızdaki insanlar atardı. Dostoyevski bir roman kahramanına şöyle dedirtmişti: " sevgililerin birbirlerini en doğru tanıyacakları zaman ayrılmalarına en yakın zamandır." Bu aforizmanın doğruluğunu anlamak için yaşamaktan başka çare yoktu. Ve yaşadığında, aşkın güzel zamanlarında var ettiğin olumlu duyguların acısı ayrılık zamanlarında misli misli senden çıkardı. Çünkü insanlar, insan gibi ayrılmayı dahi beceremez, hırslarını, içlerindeki tuttukları öfkeyi ve doğru zamanda akıtmayı bekledikleri zehri de tüm acısıyla sana yaşatmayı görev bilirlerdi.



En yakın dostun dahi sinirlendiğinde, saçma sapan sebeplerle seni kırmayı marifet zannederken, en yakın akrabalarının en ufak bir hatada, düşmüşlükte gözünün yaşına bakmadığını gördüğüm çok olmuştu. Düşenin dostu olmaz ata sözünü tasdik etmek için bu denli bir çabaya giren, nankörlüğün tanımını hayatın içinde alenen öğreten insanlar, nefes olmayı dahi zorlaştırıyorlardı.



Askere geldiğimde, insanların hayvani benliğinin en açık tezahürlerini de görme fırsatım olmuştu. Alt-üst devre diyerek birbirlerini yiyen ve insanların mutsuzluğuyla mutlu olmayı şiar edinen ortak bir bilinç göz bebeklerimin enikonu büyümesini sağlıyordu. Bir astsubay nöbette okuduğum kitabı vatan-millet meselesi haline getiriyorken, kendi nöbetinde fosur fosur uyuduğunu gözden kaçırıyordu. Ama beni ezmek, bana ağız dolusu laflar söylemek, hayattaki tatminsizliğinin ve hayal kırıklıklarının aleni bir göstergesiyken, bütün bunların sorumlusunun ben ve benim gibiler olduğunu düşünüyordu ya da düşünmüyorsa bile bize de bu mutsuzluğu yaşatmak istiyordu ve bunu da başarıyordu.



Halbuki mutlu olmak kolaydı. Sayısız farklılık vardı. İnsanı güzel ve özel kılan her görüşe , her davranışa saygı gösterilebilirdi. Otizmli bir çocuk çok bağırıyor yerine, ondaki görsel zekayı görebilmekti mutluluk. Yıkıcı eleştirileri marifet sanmak yerine takdir edebilmenin yüceliğine erişebilmekti. Sizi sevmeyen insanlara dahi gülümseyebilmekti. Kaşlarımızı çatmadan yüreyebilmekti bazen. Bebeksi yüzümüzü ve içten gülüşümüzü ne olursa olsun kaybetmemekti. Karşılıksız iyilik yapabilmenin tarifsiz huzuruydu. Doğan her yeni güne umut dolu bakabilmekti. Yaşlı bir teyzeyi karşıdan karşıya geçirmekti. İhtiyacı olan bir insana, bildiğin bir şeyi öğretmekti. Hayvanların başını sıvazlamak, onları koşulsuz sevebilmekti. İşçinin daha iyi koşullar altında çalışmasını sağlayabilmekti. Farklı dilden, dinden , ırktan insanları zenginlik olarak tanımlayabilmekti. Yağan yağmurdan keyif almak, ıslanmayı hoş görebilmekti. Tüm bunları yapabildiğinde, insanların gözleriyle gülmesi sağlanabilirdi. Bu yalan dünyada, biraz daha akılcı olmak gerekirdi. Birbirimize bu kadar muhtaçken, bu bencillik, bu açgözlülük bu bireycilik bu mutsuzluk niyeydi?

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Dostlukların bitmesi üzerine

Hakikatin seyahatnamesi

İnsanlardan tiksinmeye başlamak üzerine