Dünyanın kahrı ve ağlamak üzerine


Gülmeyi unuttuğum anlarda yanlış yaptığımı anlardım. Yanlış yaptığımı anladığımda ise ağlamaya başlardım. Beni ağlatabilen tek şeyin çaresizliğim olduğunu keşfetmem uzun sürmedi. Umarsız gecelerimde yastığa başıma koyduğum her an " ben bunu hak etmedim" diye sayıklardım. Sayıkladıkça hıçkırır, hıçkırdıkça aynalara bakardım. Gözyaşlarımı gördüğümde akan her bir damla adına kendime kızardım. Adeta o damlaların hesabını sorardım. Sorgulamalarımın başlangıcında ise benlik duygum yatardı. dolunayın altında uzanırken boylu boyunca hayaller kurardım.

Acaba nasıl bir dünyada mutlu olabilirdim? İnsanlar bizi de kendine benzetmişti. İyilik için mücadele ediyor, dört duvar arasında sıkışıp kalıyordum. Kavrayışımın basitliğine acıyordum. Yağmurun bile söndüremediği yangınlara sahiptim. Kor ateşlerin içerisinde cehennem azabı duyuyordum. Toplum beni lanetlemişti. Ben onsuz ne yapardım? Nerelere gider kimlere ağıt yakardım? Benim çaresizliklerimin en üst mertebesinde yalnızlık vardı.

Yalnız kaldığımda yüreğim kanıyor fakat zihnim berraklaşıyordu. Düşünmeye başlıyordum. Ait olamadığım sistem beni dışarı atmıştı. normların izinden gidemeyen bir anormal diye yaftalanmıştım. Beni tanımadan sevememeyi başaran insanların acımasızlığına bakıp şaşakalmıştım. Bir mum misali etrafıma ışık vermeye çalışıyordum. Beyhude çabalarımın eseri olarak yandıkça tükeniyordum. Artık takatimin son demindeydim. Dostoyevski'nin insancıkları yazdığı elektriksiz otel odasındaki gaz lambasının ışığından halliceydim.

Kimse benden bir şey beklemiyordu. Zorla ceplerine harçlık koyduğum çocuklar bile benden tiksiniyordu. Yalpalamadan yüreyemiyor, ellerimi cebimden çıkaramıyordum. Yaz günü ılık esen meltemin etkisinde mehtaba karşı hunharca üşüyordum. "İmdat" diye bağırıyor, sesim çıkmıyordur belki diye kalın ispirtolu kalemle boşluklara yazılar yazıyordum.

Aslında insanlardan uzak olmak bana iyi gelmişti. Nankörlük görmüyor, nefret dolu bakışlara maruz kalmıyor, güçlü olanı göğe çıkaran, zayıf olana tekme atanları hissetmiyordum. "Ben bir hiçim diyebilsem", hiçliğin zirvesine çıkabilsem, beklentisiz bir hayata "merhaba" diyebilsem insanlar olmadan daha iyi olacağını bilirdim. Bir yanım onlardan vebadan kaçar gibi kaçarken diğer yanım beşer yığınlarından paye beklemekteydi. Sanki değerimizi onlar belirliyormuş, onların takdirine mazhar olmak tek gayemizmiş gibiydi. Başarı mefhumuna içten içe bağlanmıştık. parasız yapamıyor, cebimizde şıngırtısını duyamayınca kendimizi güçsüz addediyorduk.

Bunu bize küçük yaşlarda öğretmişlerdi. Öğrenilen her şeyin değerli olmayabileceğini idrak ettiğimde iş işten geçmişti. Sanki sosyal öğrenmeyle pandora'nın kutusu açılmış ve tüm kötülükler dünyamıza saçılmıştı. Umutsuzluktan önümüzü göremez hale gelmiştik. Her yerin zifiri karanlık olduğu zamanların birinde, çilekeş hayatlarımızın ve gerçekleşmesi mümkün olmayan hayallerimizin tam orta yerindeydik. Kabuslarımızdan uyanabilsek, kendimize güven tazeleyebilsek en azından var olabilmeyi dener, dayanılmaz hafifliğini yaşamayı bir borç bilirdik.

Fakat bunu başaramazdık. Çünkü bizler kırılgan yaratılmış, duygularımızın esiri olmuştuk. Düşmanlarımız bizden katbekat güçlüydü. onlar acımazdı. Kendileri kana susadığında gerekirse kan gölü yaratmaktan çekinmez, bizleri de o çukura diri diri atarlardı. Yükseldiğimizi görürlerse ayağımızdan çekip "haddini bil" demekten hicap duymazlardı.

Hayata fazlasıyla naif kalan Raif Bey gibilerin dünyada hükmü olmaz, esamesi okunmazdı. Çaresizlik işte böyle baş göstermişti. Bizler tek kurtuluşu ağlamakta bulanlardık. Ağlayarak desarj oluyor, bu dünyanın çilesini yazarak çekiyorduk.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Dostlukların bitmesi üzerine

Hakikatin seyahatnamesi

İnsanlardan tiksinmeye başlamak üzerine