Hakikatin seyahatnamesi

Sonu “yordum” ile biten cümleler kurmak istediğim manasız gecelerimden birindeydim. Klasik müziğin köpürttüğü ruh vaziyetimin engin deryasında kulaç atarken eski günlerimizi düşünüp hüzünleniyordum. Eskiden diyordum, eskilerdeki mutsuzluklarımı gölgeliyordum. Gölgeler insanlara huzur veriyordu fakat ben gerçekleri arayıp, yalanlara sığınarak huzur bulduğunu zanneden güruhtan olamıyordum. Benim ilacım hakikatteydi. Onun peşindeyken mutluydum.
Ondan ayrıldığımda yolunu şaşırmış bir gezgin, biçare gönüllerde bir saplantı gibiydim. Kalbime saplanan okun vereceği acıyı, riyakarların ve kendini bilmezlerin dünyasındayken ziyadesiyle yaşıyordum. İronik olan ise bu dünya onlar gibilere aitti. Küçükken aidiyet mefhumunun bu denli önemli bir şey olduğunu bilemezdim. O çağlarda çölde kimsesiz bir bedevi gibi yaşanabileceğine inanıyordum. İnançlarım beni aydınlığa çıkarır zannediyordum. Yanılmıştım. İnsanın yanılgılarını kabullenmesi ne denli zormuş, bunu yıllar yılı acı çekerek anlamıştım.

Acılarımın kabuklarını soymaktan imtina etmediğim zamanlar gelip çattığında bilinçaltımın derinliklerini hizmetime sokabileceğimi kavramıştım. Artık korkmuyordum. Biri beni sevmediğinde hüzün duymuyordum. Çünkü insanların mutsuzluğunu görmüştüm. Sevgiyi ziyadesiyle tadamayan o varlıklara kızmam manasızdı. Güneş aya ışık vermediğinde, yakamozlarından mahrum bırakıyor diye aya içerleyemezdin.

Yolların buz tuttuğu umarsız soğuklarda darda kalan ruhum, karanlığın görünmezliğinde rotasını şaşırmış bir gafildi. Gaflet uykularımın gölgesinde bir çıkış yolu ararken, benliğimin, sandığımından aciz olduğunu kestiremiyordum. Varoluşlarımın en seçkin sancılarını çekerken, kendini göstermek ve başarmak gibi ilkel ihtirasların etkisinden kurtulamıyordum.

Pusulasını kaybeden bir denizci gibi sonsuz bir boşluğa düşmüş, her yanımı saran tekdüzeliğin sancılarıyla baş etmekte zorlanıyordum. Zoru severdim fakat zorlukların mükafatının, hakikat deryasındaki tatmini beni ikna etmekten fersah fersah uzaktaydı ve ben artık en çok kendimi kandırmaktan korkuyordum.

Bana en çok huzur verecek şey beklentisiz yaşayabilmekti. Beklemeleri sevmediğimiz bu hazin dünyada, huzura erişebilmeyi engelleyen egolarımızdan muaf olabilmek, kamil olma ferasetine malik olmayı gerektirirdi. Gerçeklerin peşinden fazlaca gitmek, bu hayata isyan etmek demekti ve isyan edenler kurtuluşa erir gibi görünseler de bilakis kaybedenlerdi.

Kaybetmeyi göze alabildiğimiz günlerin sabahlarında, huzura açılan bir pencerenin ardında kalışlarımızda gerçek sevgiyi ve mutluluğu tadabilirdik. Bunu yapabilmeyi göze alabildiğimiz ölçüde güçlenebilir, güçlendiğimiz ölçüde sakin kalabilirdik.

Sükunetin, sözden tesirsiz olduğunu defalarca ispatlayan beşer yığınlarıyla beraberken elbette bunu yapabilmek, bir nevi ideallerinden vazgeçmeyi gerektirirdi ve ideallerimizin muvaffakiyetini dahi beşerle ölçer olmuştuk. Halbuki “beşer şaşardı”, şaşan birilerinden paye beklemek ise senin de şaşırmana yol açardı.

Tünelin ucunun karanlık olduğunu bile bile, suyun bulanık olduğunu göre göre yine de mücadeleden vazgeçmemeyi bir onur meselesi haline getirirdi insanoğlu. Yenileceğini, mutsuz olacağını idrak etse dahi kendi cehennemine göz kırpar da cennetine yüz çevirirdi. Biz buyduk. Gerçeklere katlanabildiğimiz ölçüde güçlü, onu kabullenebildiğimiz ölçüde huzurluyduk.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Dostlukların bitmesi üzerine

İnsanlardan tiksinmeye başlamak üzerine